AYDIN KİME DENİR?
Posted by gozde on Thursday, October 15, 2009
Under: ALINTI YAZILAR
Aylık mutat saç boyası ne kadar öğretici olabilir? Sorgulatıcı? ‘Aydın’ kelimesi üstüne düşündürücü?!
60’larında, incecik, alnının ortasında ‘fragile’ yazmasa da insanın elini sıkarken bile çatlatabileceğini düşüneceği cinsten, pek zarif, ama belli ki gençliğinde çok canlar yakmış bir hanım geldi (‘Hanım’ normal şartlarda kullandığım bir kelime değil, ‘bayan’ gibi o da benim lügatimde neredeyse hiç geçmez, ama bu tarifte ‘kadın’dan daha iyi hissettirecek sanki söz konusu sahibesini), kısa sarı saçlarına fön çektirmek niyetiyle oturdu.
8-10 dakika sonra salona yine 60’larında, renkli gözlü, onlarla insanın gözüne böyle doğrudan bakan, ama ilkine oranla biraz yıpranmış, kilolanmış, belli ki dış görünümüne dair kaygıları nispeten daha az, buna karşılık entelektüel endişeleri tahminimce daha yüksek, gri uzunca saçlı bir ‘hanım’ daha geldi, kestirecek saçlarını, daha doğrusu ‘uçlarından aldıracak’. O biraz daha ‘hanımağa’ ya da ‘hanımabi’; dövebilir, ağzımızın payını, paydasını her an verebilir, manikürcü kıza sıra sorarkenden belli.
Kabaca benzetirsek, ilki Filiz Akın’sa, ikincisi Fatma Girik diyelim. Saç renkleri de belirleyici burada; sarı ve gri, zaten de böyle anılacaklar bundan sonra.
Olaylar, sarının griye nazikçe “Acaba ben sizi Eczacılık Fakültesi’nden tanıyor olabilir miyim?” diye sormasıyla başladı.
Sarı ve gri, evet Eczacılık Fakültesi’nden tanış çıktılar, 60’lı yıllarda bitirmişler okulu, aynı sınıftan değiller ama ortak arkadaşları var...
Bu ortak isimler, onların yıllar öncesinden hatırlanan anne-babaları, kardeş, abi ve ablaları, sonradan edindikleri ilk ve ikinci eşleri, çocukları ve sarının da grinin de yıllar içinde bir-iki durak-sokak değiştirseler de sınırlarından pek çıkmadıkları mahalleleri, dolayısıyla da komşuları üstünden bir muhabbet dallanıp budaklandı.
Dinlemeye başladım; bahsi geçenler tanıdık olmasa da, her cümlede mutlaka vurgulanan o kelime müthiş bir devamlılık yaratıyordu çünkü.
Birbirlerine hep sizli bizli hitap eden sarıyla grinin konuşması şöyle başladı ve bu minvalde devam etti:
- Siz Meral’in samimi arkadaşıydınız hatırlıyorum, ah Meral çok aydın bir kişiydi.
- Aaa, evet, siz Meral’i tanır mısınız, hakikaten çok aydındır kendisi. Meral’in annesi de benim annemin çok yakın ahbabıydı, o da çok aydın bir kimseydi...
- Ah evet, hayal meyal gözümün önünde ama en az annesi kadar aydın da bir babası vardı Meral’in değil mi? Eşi Necati Bey’i de eşim vasıtasıyla tanırım, o da çok aydın bir beydir. Ve Necati Bey’in ailesi de en az Meral’inki kadar aydın bir ailedir.
- Evet, aydın insanlar, ben de tanıyorum aileyi. Fevkalade aydın bir aile. Necati’nin kardeşleri de öyledir. Hepsi gayet aydındır...
Eksiği var, fazlası yok, bir ara cümle içinde geçen ‘aydın’ları sayayım dedim, ama aptal gibi geç kalmış olduğumu düşündüm o an; dakikalar geçmiş, ben saymadan en az 20 ‘aydın’ boşa gitmişti!
Halbuki ne büyük öngörüsüzlükmüş! Asıl bomba da bombardıman da bundan sonraymış. Sarının, kendisinin yakın ahbabı olan, ama grinin de tanıyabileceğini tahmin ettiği Nesteren’den haber vermesinin eli kulağındaymış...
Konuşmanın en vurucu cümlesi buydu herhalde:
“Nesteren de hacca gitti!”
Bu ses öyle bir elektrik yarattı ki havada, o an boyanın tutma saatini bekleyen tüm saç tellerimin köklerinden ayrılabileceğini düşünüp korktum.
Sarı, bu cümleyi küçük sesiyle, bir çırpıda, grinin ona birkaç eski arkadaşla tur bindirmesinin akabinde ‘Benim de var hâlâ görüştüklerim’ kapsamında, ama biraz da grinin hışmından çekinerek, öyle pırt diye söyleyivermişti.
Gri, gözlerini kocaman açarak birkaç saniye durdu. Sonra derin bir nefes aldı, hafifçe boğazını temizleyip “Kapandı mı?” diye sordu.
Bu iki cümle, yaklaşık 20 dakikalık ‘hasbıhal’in, içinde ‘aydın’ kelimesinin geçmediği ‘yegâne iki’ cümleydi!
Ama sonrasında ara hızla kapandı tabii:
- Yoo, hayıııır, kapanmadı, hâlâ çok aydın Nesteren.
- Haa aydınsa tamam, mesela değil. Aydın insanlar da gidebilir tabii oraya.
- Aydın, aydııııın! Gezmeye görmeye gitti, bir de dinine bağlıdır Nesteren, ama elbette aydın bir şekilde.
- Bu çok önemli; aydın ve dindar olmak. Herkesin dini kendine. Ama aydın olmak çok önemli.
Maalesef fönler çekildi, boyalar tuttu o arada. Yoksa insan uzasın istiyor. Araya girsin, kafalarının içine girsin, beyin kıvrımlarının arasında gezinsin ve ‘aydın’la kastedileni çözsün istiyor.
60’larında, incecik, alnının ortasında ‘fragile’ yazmasa da insanın elini sıkarken bile çatlatabileceğini düşüneceği cinsten, pek zarif, ama belli ki gençliğinde çok canlar yakmış bir hanım geldi (‘Hanım’ normal şartlarda kullandığım bir kelime değil, ‘bayan’ gibi o da benim lügatimde neredeyse hiç geçmez, ama bu tarifte ‘kadın’dan daha iyi hissettirecek sanki söz konusu sahibesini), kısa sarı saçlarına fön çektirmek niyetiyle oturdu.
8-10 dakika sonra salona yine 60’larında, renkli gözlü, onlarla insanın gözüne böyle doğrudan bakan, ama ilkine oranla biraz yıpranmış, kilolanmış, belli ki dış görünümüne dair kaygıları nispeten daha az, buna karşılık entelektüel endişeleri tahminimce daha yüksek, gri uzunca saçlı bir ‘hanım’ daha geldi, kestirecek saçlarını, daha doğrusu ‘uçlarından aldıracak’. O biraz daha ‘hanımağa’ ya da ‘hanımabi’; dövebilir, ağzımızın payını, paydasını her an verebilir, manikürcü kıza sıra sorarkenden belli.
Kabaca benzetirsek, ilki Filiz Akın’sa, ikincisi Fatma Girik diyelim. Saç renkleri de belirleyici burada; sarı ve gri, zaten de böyle anılacaklar bundan sonra.
Olaylar, sarının griye nazikçe “Acaba ben sizi Eczacılık Fakültesi’nden tanıyor olabilir miyim?” diye sormasıyla başladı.
Sarı ve gri, evet Eczacılık Fakültesi’nden tanış çıktılar, 60’lı yıllarda bitirmişler okulu, aynı sınıftan değiller ama ortak arkadaşları var...
Bu ortak isimler, onların yıllar öncesinden hatırlanan anne-babaları, kardeş, abi ve ablaları, sonradan edindikleri ilk ve ikinci eşleri, çocukları ve sarının da grinin de yıllar içinde bir-iki durak-sokak değiştirseler de sınırlarından pek çıkmadıkları mahalleleri, dolayısıyla da komşuları üstünden bir muhabbet dallanıp budaklandı.
Dinlemeye başladım; bahsi geçenler tanıdık olmasa da, her cümlede mutlaka vurgulanan o kelime müthiş bir devamlılık yaratıyordu çünkü.
Birbirlerine hep sizli bizli hitap eden sarıyla grinin konuşması şöyle başladı ve bu minvalde devam etti:
- Siz Meral’in samimi arkadaşıydınız hatırlıyorum, ah Meral çok aydın bir kişiydi.
- Aaa, evet, siz Meral’i tanır mısınız, hakikaten çok aydındır kendisi. Meral’in annesi de benim annemin çok yakın ahbabıydı, o da çok aydın bir kimseydi...
- Ah evet, hayal meyal gözümün önünde ama en az annesi kadar aydın da bir babası vardı Meral’in değil mi? Eşi Necati Bey’i de eşim vasıtasıyla tanırım, o da çok aydın bir beydir. Ve Necati Bey’in ailesi de en az Meral’inki kadar aydın bir ailedir.
- Evet, aydın insanlar, ben de tanıyorum aileyi. Fevkalade aydın bir aile. Necati’nin kardeşleri de öyledir. Hepsi gayet aydındır...
Eksiği var, fazlası yok, bir ara cümle içinde geçen ‘aydın’ları sayayım dedim, ama aptal gibi geç kalmış olduğumu düşündüm o an; dakikalar geçmiş, ben saymadan en az 20 ‘aydın’ boşa gitmişti!
Halbuki ne büyük öngörüsüzlükmüş! Asıl bomba da bombardıman da bundan sonraymış. Sarının, kendisinin yakın ahbabı olan, ama grinin de tanıyabileceğini tahmin ettiği Nesteren’den haber vermesinin eli kulağındaymış...
Konuşmanın en vurucu cümlesi buydu herhalde:
“Nesteren de hacca gitti!”
Bu ses öyle bir elektrik yarattı ki havada, o an boyanın tutma saatini bekleyen tüm saç tellerimin köklerinden ayrılabileceğini düşünüp korktum.
Sarı, bu cümleyi küçük sesiyle, bir çırpıda, grinin ona birkaç eski arkadaşla tur bindirmesinin akabinde ‘Benim de var hâlâ görüştüklerim’ kapsamında, ama biraz da grinin hışmından çekinerek, öyle pırt diye söyleyivermişti.
Gri, gözlerini kocaman açarak birkaç saniye durdu. Sonra derin bir nefes aldı, hafifçe boğazını temizleyip “Kapandı mı?” diye sordu.
Bu iki cümle, yaklaşık 20 dakikalık ‘hasbıhal’in, içinde ‘aydın’ kelimesinin geçmediği ‘yegâne iki’ cümleydi!
Ama sonrasında ara hızla kapandı tabii:
- Yoo, hayıııır, kapanmadı, hâlâ çok aydın Nesteren.
- Haa aydınsa tamam, mesela değil. Aydın insanlar da gidebilir tabii oraya.
- Aydın, aydııııın! Gezmeye görmeye gitti, bir de dinine bağlıdır Nesteren, ama elbette aydın bir şekilde.
- Bu çok önemli; aydın ve dindar olmak. Herkesin dini kendine. Ama aydın olmak çok önemli.
Maalesef fönler çekildi, boyalar tuttu o arada. Yoksa insan uzasın istiyor. Araya girsin, kafalarının içine girsin, beyin kıvrımlarının arasında gezinsin ve ‘aydın’la kastedileni çözsün istiyor.
In : ALINTI YAZILAR